Ayşe Kulin Belçika’da Okurlarıyla Buluştu
Ayşe Kulin’in “Veda” romanının “Varewell, İstanbul” adıyla Hollandacaya çevrilmesi ve yayınlanmasının ardından, kitabın Hollanda’nın Rotterdam ve Amsterdam şehirlerindeki tanıtımını takiben Belçika’nın Antwerp şehrinde, Yunus Emre Enstitüsü Brüksel Türk Kültür Merkezi ve De Geus Yayınevi işbirliği ile 16 Mayıs’ta De Groene Waterman Kitapevinde bir edebiyat söyleşisi düzenlendi.
Söyleşi De Standaard gazetesinin uluslararası ilişkiler departmanı şefi Corry Hancké’nin moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Kulin’in ailehikâyesini üç nesil öncesinden başlayarak aktarmaya başladığı üçlemesinin ilk romanı olan “Veda”, 1920’lerin başında Osmanlı İmparatorluğu’nun son maliye nazırlarından Kulin’in dedesi olan Ahmet Reşat Paşa’nın konağında yaşananları, dönemin siyasal çalkantılarına ayna tutarak konu etmektedir. Kulin, gelen bir soru üzerine Türkiye’de tarihsel gerçeklerin roman ve dizilerden öğrenilmesi gibi bir eğilim olduğundan, romanda tarihsel verileri olduğu gibi yansıtmaya çalıştığını belirtti. Kitabın yazımının bitmesine yakın zamanlarda annesini kaybetmesi üzerine, annesinin bir mektubunu kurgu yoluyla kitabın sonuna ekleyerek ona da kitapta yer vermek istediğini ve kitabı dedesiyle annesine adadığını belirtti.
Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli mevkilerde bulunan aile üyelerinin Cumhuriyet kurulduktan sonraki döneme nasıl uyum sağladığı sorusu üzerine ise, herkesin derin bir vatan sevgisiyle yeni dönemde de görev aldığını ve bu dönemde yapılan devrimlerin ülke tarihinde gerçekleştirilen en önemli sosyal devrim olduğunu ifade etti.
Hancké’nin yazar olmak için neden bu kadar uzun süre beklediğini sorması üzerine, çok küçük yaşlarda yazar olacağını hem kendisinin hem çevresindekilerin daha 3-4 yaşlarında kendisine okunan kitapların hikâyelerini değiştirip, farklı hikâyeler yaratmaya başladığından beri tahmin ettiğini, ancak “yazar” olabilmesinin başka koşullara bağlı olduğunu dile getirdi. Türkiye’nin farklı siyasi dönemler geçirdiğini, bu dönemlerde hâkim olan fikre mensup olunmadığı takdirde edebiyat eserlerin ciddiye alınmadığı veya yazar olarak kabul edilebilmenin çok zor olduğunun altını çizdi. Bu süre içinde gazetecilikten editörlüğe, sanat yönetmenliğinden metin yazarlığına birçok işler yaptığını söyledi. 50’li yaşlarının başında ilk eseri “Adı Aylin” adlı romanının yayınlanmasının ardından, hemen hemen her sene bir roman yazdığına değindi. Bu kadar sık üreten bir kişi olarak konu bulma sıkıntısı yaşayıp yaşamadığının sorulması üzerine, “Türkiye’de yaşıyorsanız, konular bir yağmur gibi üzerinize yağar, sıkıntı çekmezsiniz” şeklinde esprili bir cevap verdi.
Şimdiye kadar kendisi için en özel kitabının hangisi olduğu sorulduğunda ise hem kurgusu hem biçimsel özellikleri bakımından, 2011’de yayınlanan “Gizli Anların Yolcusu” adlı romanı olduğunu söyledi.
Okuyuculardan, Türk edebiyatının dünya edebiyatındaki yeri konusunda gelen bir soruya ise Amerika’da yabancı edebiyata ilginin %1’lerde olduğunu ancak Avrupa’da özellikle Orhan Pamuk’un Nobel ödülü almasının ardından diğer Türk yazarlarının daha çok ilgi görmeye başladığını, ancak Avrupa’da da çok yetenekli yazarların bulunmasından dolayı rekabetin güçlü olduğunu vurguladı. Söyleşi, imza seansı ile sona erdi.
Ayşe Kulin’in “Veda” romanının “Varewell, İstanbul” adıyla Hollandacaya çevrilmesi ve yayınlanmasının ardından, kitabın Hollanda’nın Rotterdam ve Amsterdam şehirlerindeki tanıtımını takiben Belçika’nın Antwerp şehrinde, Yunus Emre Enstitüsü Brüksel Türk Kültür Merkezi ve De Geus Yayınevi işbirliği ile 16 Mayıs’ta De Groene Waterman Kitapevinde bir edebiyat söyleşisi düzenlendi.
Söyleşi De Standaard gazetesinin uluslararası ilişkiler departmanı şefi Corry Hancké’nin moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Kulin’in ailehikâyesini üç nesil öncesinden başlayarak aktarmaya başladığı üçlemesinin ilk romanı olan “Veda”, 1920’lerin başında Osmanlı İmparatorluğu’nun son maliye nazırlarından Kulin’in dedesi olan Ahmet Reşat Paşa’nın konağında yaşananları, dönemin siyasal çalkantılarına ayna tutarak konu etmektedir. Kulin, gelen bir soru üzerine Türkiye’de tarihsel gerçeklerin roman ve dizilerden öğrenilmesi gibi bir eğilim olduğundan, romanda tarihsel verileri olduğu gibi yansıtmaya çalıştığını belirtti. Kitabın yazımının bitmesine yakın zamanlarda annesini kaybetmesi üzerine, annesinin bir mektubunu kurgu yoluyla kitabın sonuna ekleyerek ona da kitapta yer vermek istediğini ve kitabı dedesiyle annesine adadığını belirtti.
Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli mevkilerde bulunan aile üyelerinin Cumhuriyet kurulduktan sonraki döneme nasıl uyum sağladığı sorusu üzerine ise, herkesin derin bir vatan sevgisiyle yeni dönemde de görev aldığını ve bu dönemde yapılan devrimlerin ülke tarihinde gerçekleştirilen en önemli sosyal devrim olduğunu ifade etti.
Hancké’nin yazar olmak için neden bu kadar uzun süre beklediğini sorması üzerine, çok küçük yaşlarda yazar olacağını hem kendisinin hem çevresindekilerin daha 3-4 yaşlarında kendisine okunan kitapların hikâyelerini değiştirip, farklı hikâyeler yaratmaya başladığından beri tahmin ettiğini, ancak “yazar” olabilmesinin başka koşullara bağlı olduğunu dile getirdi. Türkiye’nin farklı siyasi dönemler geçirdiğini, bu dönemlerde hâkim olan fikre mensup olunmadığı takdirde edebiyat eserlerin ciddiye alınmadığı veya yazar olarak kabul edilebilmenin çok zor olduğunun altını çizdi. Bu süre içinde gazetecilikten editörlüğe, sanat yönetmenliğinden metin yazarlığına birçok işler yaptığını söyledi. 50’li yaşlarının başında ilk eseri “Adı Aylin” adlı romanının yayınlanmasının ardından, hemen hemen her sene bir roman yazdığına değindi. Bu kadar sık üreten bir kişi olarak konu bulma sıkıntısı yaşayıp yaşamadığının sorulması üzerine, “Türkiye’de yaşıyorsanız, konular bir yağmur gibi üzerinize yağar, sıkıntı çekmezsiniz” şeklinde esprili bir cevap verdi.
Şimdiye kadar kendisi için en özel kitabının hangisi olduğu sorulduğunda ise hem kurgusu hem biçimsel özellikleri bakımından, 2011’de yayınlanan “Gizli Anların Yolcusu” adlı romanı olduğunu söyledi.
Okuyuculardan, Türk edebiyatının dünya edebiyatındaki yeri konusunda gelen bir soruya ise Amerika’da yabancı edebiyata ilginin %1’lerde olduğunu ancak Avrupa’da özellikle Orhan Pamuk’un Nobel ödülü almasının ardından diğer Türk yazarlarının daha çok ilgi görmeye başladığını, ancak Avrupa’da da çok yetenekli yazarların bulunmasından dolayı rekabetin güçlü olduğunu vurguladı. Söyleşi, imza seansı ile sona erdi.